25 Ağustos 2011 Perşembe

Do it for the monsters under your bed


  • Blog yazmak/yazamamakla ilgili en güzel, en hoş açıklamayı Emir Bey yapmış, bu durumda bana daha fazlasını yazmak düşmez aslında. Yine de işte buradayım, ve elimde fotoğraflar var, anlatacaklarım var, üşengeçlikler diz boyu. 20 + 7 kiloluk bagaj hakkım ve ben, bu haftasonunun başrolünü almıştık, lakin pasaportumun gelmemesi ve İzmir'in manyaklar gibi sıcak olması sonucu sevgili annem filmin ismini "Çeşme'de tembellik" koydu ve başrolü de kaçak internete verdi.


  • PWA Alaçatı'da hep beraber 5. yılımızı doldurduk. Önceki yıllarda son derece tropik gözüken bir kulede, ikramlar ve mankenler arasında oldukça özenilesi bir hayat yaşayan ben, bu sene parkur değişince, Frankie ile birlikte bir balıkçı teknesine mahkum oldum. Gerçi güneşin altında olması ve bazen biraz fazla sallanması dışında gayet lüks bir yaşam sürdüm yine bence, ve 1 haftanın sonunda sanırım 23 yıl olmadığım kadar yanık tenli, adeta bronz, adeta zenci bir insan oldum. Bunun yanında, sevgili kaptanımız tam bir Türk ev sahibi olarak bize gün boyu taze demlenmiş çay, eşinin yaptığı börek, yengesinin yaptığı kurabiye, sabah tuttuğu balık, komşusunun domatesi gibi ikramlarda bulundu (aşağıda mütevazi soframızı göreceksiniz-ki allahım ne güzel balıklardı, ne güzel bir salataydı onlar). Eğer Frankie daha balığın gecesinde midesini bozmayaydı, ertesi gün bizi menemenle, ve ilerleyen günlerde de kim bilir nelerle besleyecekti sevgili kaptanımız. Frankie suçu balığın piştiği yağa atarken, biz Özcan Abi'yle sinsi sinsi "yok yok, hep denize sokuyor belden aşağısını, ondan üşütüyor, hiçbirimize bir şey olmadı, belli bir şey yani" muhabbeti yaptık.
  • Ama şu da var ki Frankie candır. Kendisi beni gerçekten sever mi, yoksa içini mi bayarım bilmiyorum, ama candır.
  • Sonra apar topar bir İstanbul'a gidişim var, maksat insan dürtmek, dostların saçını çekmek, milletin kulağına kağıt sokmak. Bütün bunları yaparken ufak bir 'veda konseri' verip, Hollanda Konsolosluğu'na "Hey dostum, bana vizemi ver" demek. Nitekim düşünüyorum, evet, veda etmek istediklerimin çoğuna veda ettim, sarıldım. Özellikle bu iş için gayet güzel bir konser organizasyonunu gerçekleştiren Emir Bey'e ekstra ekstra teşekkür ederim.
  • Konserde bir sürü çoghoş şarkı söyledik, DİNLEYİCİLER BENİM BİR TAKIM ŞARKILARIMI İLK DEFA DİNLEME ŞANSI BULDU falan. Bilmiyorum insanlar dinledi mi, fark etti mi, bir şey hissetti mi, ama ben mutlu oldum, sadece söyleme şansı bulduğum için.
  • Konser sonrasında ise dünyanın en tuhaf karaoke mekanına gittik, herkesin tek tek çıkıp şov yaptığı sahneye biz 7 kişi çıkıp RÖREERÖRÖR diye şarkı söyledik. DJ, seçilen şarkılardan sıkıldıkça mekanı Serdar Ortaç'a, Atiye'ye, Ajda Pekkan'a vurdu, alkol etkisinin yoğun olarak gözlemlenebildiği çevre gruplarda dirty dancingler havada uçuştu. Teyzeler amcalar, bilmedikleri şarkıyı seçip, sahneye çıkıp söyleyemediler. Garip ama fazlasıyla eğlenceli bir zaman dilimi oldu.
  • O değil de emlak sitelerinde yeterince takılarak Flamanca öğrenebiliyorsunuz. Başımı sokacağım bir evim yok, ama verhuurd ne demek biliyorum. Bir telaffuzum eksik.
  • Hala anlamıyorum: İzmir cehennem gibi sıcakken Çeşme nasıl bu kadar soğuk?
  • Uygun koşullar sağlandığında bazen romantik bir insan olabiliyorum, o da ancak bu kadar oluyor:

5 Ağustos 2011 Cuma

Göznük



Kendimi bildim bileli sol gözüm sağ gözümden daha az gördü benim sayın seyirciler. Çok büyük, etkileyen bir fark değil, ama sol gözüm için kendini ezik hissetmeye ve bunu kompleks yapmaya yetecek kadar az. Sağ gözümde ise hiçbir sorun olmadığı için denge hep bir şekilde sağlandı, ve sol göz "ühühü ben de apabilirim ınggh" dedikçe, sağ göz "tamam kuzum, rahat ol, hallederiz" deyip işi kurtardı...

Ve tüm göz doktorları "çocuğum bak başağrısı yapar, hem gözlerini çok yoruyorsun, gözlük takman lazım" dediği halde ben hiç takmadım. Neden? Çünkü bilime inanmıyorum dostum yoo, teyzeyim ben, "gözlük takarsam hep gözlüğe ihtiyaç duyarım, sonra gözlüksüz gezemem halbuki iyi böyle ki, hiç de gerek yok ki" diyen bir insanım. Adam bu işin uzmanı, adam doktor, ama yooo dostum yooo, takmayacağım o gözlüğü.

Derken, Hollanda öncesi son kontrolleri yaptıralım, e bir de göze baktıralım dedik ve soluğu göz polikliniğinde aldık. Almaz olaydık. 10 dakika boyunca gözlük takmadığım için azarlandıktan, gözümde nasır oluştuğu, bunun geri dönüşü olmadığı söylendikten, biraz daha azarlandıktan ve tüm göz kontrol prosedürünü ezberlemiş olup, onlarca kez kontrole gidip, hala gözlük takmadığım için biraz daha azarlandıktan sonra kendimi gözlük almaya mecbur hissettim.

Neyse ki SSK vardı dostlar, yani gözlüğe minimum ücret ödeyecek idim. Lakin hangi gözlüğü takarsam takayım, farklı dönemlerden bir "fantastik sekreter" kimliği ediniyor, bir türlü karar veremiyordum. Tel gözlüğü takıp, tam bir hastanede çalışan ve çok yüz göz olmayan, beyaz önlüklü bir psikolog oluyor, kemik gözlüğü takıp aniden sosyolojik tartışmalara, içinde "sosyoekonomik düzey", "modernite" gibi kelimelerin geçtiği cümlelere dalıyordum...

Sonunda aşağıda gördüğünüz gözlüğü aldım. Madem illa sekreter olacaktım, bari 50lerden geleydim de ortam şenleneydi...

Dipnot 1: Burada pek fark edilmiyor ama söz konusu gözlük mavi, ve yanları yukarı doğru hafif kalkık.
Dipnot 2: Tabii ki bu gözlük sürekli takılmayacak. Neden? Kılım çünkü. Gözlerim yorulursa, kütüphanelere kapanırsam, makalelere dolanırsam takılacak. Bir de işte, şu anki hevesle, insanlara göstermek için..

3 Ağustos 2011 Çarşamba

İyi geceler

  • Ne güzel, blog yazmıyor olmanın sebebi olarak "internet yoggi" diyebiliyordum. İzmir'e gelince anladım ki işin özü bizzat benim tembelliğimmiş.
  • Yapmam gereken çok şey varmış da yapmıyormuşum gibi bir his mevcut, ama sanırım o da bizzat benim tembelliğimin getirdiği bir his.
  • O değil, herkeste tuhaf bir mutsuzluk ve hevessizlik içinde bir Formula-G ve Hidromobil daha geçti. Geçen sene kavga edilen gençlerle bu sene muhabbet kuruldu, farklı nedenlerden ötürü daha az fotoğraf çekildi, yarışlar sağ salim atlatıldı. Geçen sene de olduğu gibi Bilim ve Teknik'te anlattık Sadi Abi ile neler olduğunu, ama özetlemek gerekirse görüntüler şu şekil bu şekil idi:



  • Meğer sıcak havada şekerli bir şeyler içmek gerekirmiş, düz su içmek vücudu "erozyona" uğratır, varolan tuzu, şekeri kaybetmenize neden olurmuş. Bunu yıllardır fotoğraf çekmek için çıktığım piste, ilk defa yanıma yeterli su alarak gittiğimde ve ilk defa fenalaşıp, sekreterliğe titreyerek döndüğümde öğrendim. Hey gidi hey, meğer sağlıksız bir şeyler içsem kendime gelecekmişim.
  • Bilgisayarım "BANA FORMAT AAT" diye bağırmakla kalmıyor, her geçen gün sesini daha da yükseltiyor. Terbiyesiz.
  • Geçenlerde yazacaktım unuttum. Ortaokulda, ilkokulda tanıdığınız ama pek diyalogunuzun olmadığı insanları, yıllar sonra ilk defa, metroda, otobüste, takım elbisesiyle işe yahut iş görüşmesine giderken gördüğünüzde çok garip hissediyorsunuz. Yani, sizin adınıza konuşmayayım, ben hissediyorum. Lise, üniversite öyle değil bak, ama ilköğretim tanıdığı bir acaip.
  • Geçen yazıyı yazıp fotoğrafı eklediğim gün, koyun hemen karşısındaki plaja Sayın Şakarer ve Sayın Yeşil teşrif ettiler. Yüzerek ortada buluşmaya karar verdik, tabii ki gençler üşendi, ve ben bir şekilde karşı kıyıya kadar yüzdüm. Bir süre denizde muhabbet ettikten sonra, hiç istifimi bozmadan onlarla plaja çıktım. Annem arayıp "birayla midye söyleyeceğiz, seni bekliyoruz" deyince de aynen yüzerek döndüm. Burayı okuyan ve beni pek tanımayan birileri varsa, "Peki ne var bunda?" diyebilirler. Dünyanın en üşengeç ve en kondisyonsuz insanı olmam göz önünde bulundurulduğunda, normal koşullarda değil Aya Yorgi'yi bir uçtan diğer uca yüzmem, ortaya kadar gitmem, daha doğrusu gitmeyi denemem bile söz konusu değil. Nasıl bir gaza geldim kim bilir (Dipnot: Az önce yazıda bu durumun beni ne kadar yorduğunu, yüzme esnasında kaç kere nefesimin kesildiğini çaktırmadığım gibi, annemlerin yanına dönerken de dizlerimin titrediğini çaktırmadım, ve yo dostum yo, yiğitliğe kesinlikle b.k sürdürtmedim).
  • Tahmin edeceğiniz üzere, tabii ki işten ayrıldım, ama burada bunun getirdiği hissiyatları, ya da öğrencilerime nasıl veda edemediğimi, nasıl sarılamadığımı anlatmayacağım. Onun yerine şu fotoğrafları koyacağım, neden bilmiyorum. Çocuk dediğin güzel şey.