29 Nisan 2012 Pazar

Tapınak


Detaylı çizimler yapmayalı uzun zaman oluyor, sanırım en son Görkem'in doğumgünü için yaptığım çizime uzun vakit ayırmış, Amerika yerlilerinin kumaş desenlerine falan çalışmıştım-ki o bile Akvaryum, Lunapark ya da Bardaki Hatunlar'dan daha az detaylı. Son dönemde zaten kendimi iyice egzersize vermiştim, adeta portrelere, ellere ayaklara, figürlere doymuyordum.

Derken sıkıldım. Ve üzüldüm. Sonra düşününce yarım bıraktığım bir şey olduğunu hatırladım. Yani aslında her şey 3 ya da 4 sene önce Galip Tekin'in dersinde başlamıştı. Akvaryum'u çizmiştim, yeni bir resme başlamam gerekiyordu. Aklımda bir fikir vardı, o fikir gelişti, hatta kompozisyon oluşturuldu ve tabii ki yapmayı düşündüğüm onlarca şey gibi öylece kaldı. Çizim defterlerine her baktığımda "Yea aslında yapılsa güzel olabilir ama şimdi kim uğraşacak meeh" dediğim bir taslak olarak hayatına devam etti.



İki gün önceye kadar. İki gün önce, bir akşam vakti, ani bir gazla tekrar çizdim aynı resmi. Dün sabah aynı gazla mürekkepledim. Gazı hiç söndürmeden renklendirmeye devam ettim. Kalan gazla bugün kütüphaneye gidip taradım, az buçuk doku ekledim.


Sonuç aşağıda. Renklendirmeye başlarken aklımdaki ilk renkler bunlar değildi, lakin sonuçtan mutsuz değilim. Kopyaları var, belki başka renklerle tekrar denerim derdim, muhtemelen üşeneceğimi bildiğimden kelli demiyorum...

26 Nisan 2012 Perşembe

Alışma süreci



Analog makina koleksiyonumuzun çığrından çıkmak üzere olduğu şu günlerde (ve hala gördüğüm yerde makina alıyorum, bir çeşit hastalık), hala denememiş olduğum makinalarım var. Problem şu ki, özellikle yeni aldığım makinalar, pek elle ayarlanabilir makinalar değil; dolayısıyla yıllardır SLR kullanan, kompakt dijital makinalarda bile eli ayağına dolanan bir insan için sonuçlar çok sıkıntı verici olabiliyor. Önceden kullanılan analoglara kıyasla, ilk defa ayarlamanın minimum olduğu, ne çekersen bahtına makinalarla çekiyorum ben. Ama buna da alışılacak elbet...



Bir de burada Hema orta format filmleri sadece banyo ediyor, taramıyor. Taranacak yer bulmaya da ben üşeniyorum, o yüzden iğrenç çözünürlükler sebepli şimdiden özür dilerim.

Önce Agfa Isola ile başlayalım. Kendisinin minimumda da olsa bir takım enstantane ve diyafram ayarları mevcut. Sonuçlar ise ilk bakışta şu şekil, bu şekil, lakin bir de tarayıp yüksek çözünürlükle görmek lazım:




Bunun yanında bir de Holga faciası var. Daha doğrusu, filmin üzerine not almadığım ve evde bulduğum için hangi makinadan çıktığını net olarak söyleyemiyorum, lakin fotoğraflar bana HOLGAYIM BEN diyor. Ve ben bu makinayı düzgün kullanmayı bir türlü öğrenemedim...




Son olarak, canımız ciğerimiz Cmena 8m var. Kendisini geçtiğimiz 2 ay çok hırpaladım, o nedenle İzmir'de bıraktım, biraz dinlensin, kendine gelsin diye. Onda da böyle şeyler var:










25 Nisan 2012 Çarşamba

Sırtımı o ağaca yasladım.

  • Toplamda uzun, ama şehirlere böldüğünüzde minik minik bir Türkiye tatili vuku buldu aniden. Önce birkaç gün görebileceğim kadar insan görmeye çalıştığım İstanbul, sonra birkaç gün az insanlı İzmir. Şimdi de Amsterdam. Burada aldığım ilk haber evimizin önündeki Albert Heijn'ın hala açılmadığı oldu. İkinci haber ise araştırma önerimin Maastricht'teki süpervizörüm tarafından onaylandığı. Bunu nasıl kutlayacağımı bilemediğimden şimdilik su içiyorum.
  • Ev arkadaşım Laura ve eski sevgilisi Shariff, yanlış bilmiyorsam yaklaşık 7 yıllık bir beraberlik sonrasında ayrılıyorlar, ve ortada kalan gözü yaşlı bir köpek oluyor. Shariff arada gelip Sumo'yla vakit geçiriyor, ama velayet annede, o yüzden Sumo bizimle kalıyor. İkisinin de işi olduğunda Sumo'nun bakıcısı benim. Peki ben bunu neden anlatıyorum? Yanıma buradaki evimin anahtarı yerine İzmir'deki evimin anahtarını aldığım için, ev arkadaşımın eski sevgilisinin yedek anahtarları sayesinde yaşıyorum. Sumo ise sanırım bahçede güneşleniyor.
  • Yahu Türkiye'deki her şey mi lezzetli? Yahu buradaki her şey mi bir lezzetsiz?
  • İstanbul, tuhaf havalar yaşatma konusunda adeta kendini aştı. İğrenç bir sıcaktan, 15-20 dakikalık acaip bir fırtınaya, yağmurlu ama ılıkça bir havadan, yağmursuz soğuklara geçti. Olan, Hollanda'dan gelip ne giyeceğini bilemeyenlere oldu.
  • İstanbul'u Ali Bey ile açtık tabii ki, bilirsiniz ki kendisi çok sevdiğimiz ve özlediğimiz insanlardandır. Sonra Rukiye Teyze'nin ev sahipliğinde güzel yemekler yedik, Turgay Amca ve Ayşe'nin de katılımıyla sofrayı adeta dedikoduya boğduk. Sonrasında Selin Hanım'ın yılbaşı ruhunu (ve ağacını) hala yaşatan evinde güzel bir kahvaltıyla devam etti. Zafer, Çiğdem, Umut, Nilgün Teyze, Apo Amca, Aslı, Deniz, Oğulcan, Mona Teyze, Dünyacan, Galip Hoca derken finali Görkem Bey ile yaptık ve İzmir'e doğru yola çıktık.

  • Bu arada uzun zamandır Yora konserine gitmemiş olmam bir yana, bu konser fotoğraf çekmediğim ender Yora konserlerindendi. Ozan Beyler iyi ki doğdu, konser iyi ki oldu, üstelik albümleri de çıkıyormuş Mayıs ayına.
  • Ben bir otobüste böyle uyuduğumu hatırlamıyorum. Otobüs kalkarken gözlerimi kapattım, vardığımızda açtım. Metro Turizm'e saygılar, tüm yolculuklar için.
  •  İzmir candır sayın seyirciler. Nasıl bir özlemek, öyle bir özlemek ki, o kadar olabilir. Bu özlem tabii ki aslen aile özleminden kaynaklanıyor, zira içimdeki anneme babama yapışıp kalma arzusu hiç dinmedi.
  • Fotoğraf makinasını her yere taşıyıp da hiç fotoğraf çekmedim neredeyse. Neyse ki bir ara Deniz'i yakaladım da basket sahalarının hüznüne dair birkaç kare çıktı. Bir de bir şekilde bir yerde mutlaka illüstrasyona dönüştürülecek bir şeyler var.

 
Neden basketbol... NEDEN???... Ahh, acı...




  •  "Bulutlar yere çok yakınken, yolunuzu bulmak için takip etmeniz gereken turuncu böceklerden tiksinmemeye çalışınız".

7 Nisan 2012 Cumartesi

Yastık dikerek Makbule, yastık çekerek Makbule




7 Nisan, dünya çapında Yastık Savaşı Günü'ymüş, benim Facebook'ta burada yapacak bir şeyler ararken haberim oldu. Haberim oldu dediğim yaklaşık bir ay önceye denk geliyor ve ben o zamandan beri fotoğraf çekmek için adeta gün sayıyorum.

 
Ayrıca söz konusu yastık savaşıysa, oyuncak ayı uygun bir silahtır... Sözün konusu değiştiğinde o kadar uygun olmayabilir...

Gencolar bu etkinliği hem bir eğlence, hem de sosyal ve devletsel denetime hafiften bir başkaldırı, ufaktan bir protesto olarak tanımlıyor. İsteyen kendi şehrinde bunu organize edebiliyor, mesela Amsterdam'daki organizasyonda sırtında hoparlörler taşıyan adamlar ve dubstep çalan bir dj abimiz vardı. Londra'da, Berlin'de ya da Şangay'da nasıl düzenlendi bilmiyorum, ama eminim en az buradaki kadar eğlencelidir.

 
beüü beeeii Wub wub wub wub wub wub wub wub biuuu beeiii...

Tabii bizim haberimiz yok, meğer İstanbul'da da düzenleniyormuş, Okan söyledi. Fotoğraf çekerken kafama yediğim darbelerin ve ağzıma, burnuma, gözüme giren kuş tüyünün hesabını yapamadığım için "muhtemelen katılmazdım" gibi bir sonuca varıyorum-ki burada aslında benim için tek sorun kafama aldığım darbe sayısı. Ha, fotoğraf makinası yerine bir yastığım olaydı, işin içinde olaydım, ben de sağa sola vuraydım, o zaman beni durdurabilir miydiniz? İşte onu bilmiyorum.

Bilmediğim için de fotoğrafları paylaşıyorum, yabacak bir şey yok. Önce savaş öncesindeki o sessiz ve sakin, huzurlu anlara bir göz atalım...


 Geri sayım sonrası, saatin üçü vurmasıyla alınan başlangıç...
 
 

 Derken aniden "büyük patlama"...
 



 Bu arada bazen korksalar da, çocukların inanılmaz eğlendiğini de belirtmek lazım...

 
 
 

Ve bir saatin sonunda, içi boşalan yastıklar inatla dolduruldu, savaş devam etti. 




 Ve Dünya Yastık Savaşı Günü, böylece sona erdi...